ÇAKIL TAŞLARI – İlyas Halil
Yarın Güneş sinemasının önünde Jaleler, Perihanlar şaşkın. Reşitler Reşatlar sevinçli birbirilerine bakacak. Bilmedikleri bir mevsim yaşıyacaklardı. Baştan düşünmesini öğrenecek Sevgide acıyı tadacaklardı.
Nuri, Hasmet, Sudi, Osman, Celal çiçek bezeli o gecede yağmura tutulmuş, ertesi günü güneşe sırılsıklam vardık.
O 1954 yılını birkaç kez yaşıyacaktım. Akşam üstleri banka çıkışı iki ressam iki şairdim ben. Nevittim müzik yazan. Osmandı adım felsefeden söz edince, Sudi idim elimde kalem karikatür çizen..
Akkahve’de güneşli masalarının birine oturur Mersin’i baştan kurar, yeniden boyardım toprağı. Kabarmış kızları evirir çevirir yeni çiçek adları takardım. Geniş etek giyenlerin ardından rüzgar olur eserdim.
Sonra kıtlık yokluk günleri geldi çattı. Yaşam güçlüğü yapıştı yakama.. Hırsız olduk. Geceleri sokaklardan el ayak çekilince, Nuri ile mahallelere dalar sevdiğimiz şeyleri çuvallarımıza doldururduk. Nuri renk çalar, boya toplardı, murtların akı Latife’nin yüzü idi. Kahve Leyla’nın gözüne uygun. Gecenin karası ile çingene kızın saçının bir telini boyamıştı.
Haşmet Akal toprağın rengini sıyırır topraktan, tuvaline sürerdi. Ben solcuyum derdi. Kadınlarım topraktan olmalı. Elleri nasırlı.
Parasızlık günlerinde gece karası yalnızlıktı. Açlık işsizlikti. Polisle savaştı. Sınıf kavgasına nedendi.
Güneş batınca akşam değişir bambaşka şey olurdu.. Genç kadın göğüslerinin gölgesiydi.
Adliye sarayının damı Ak kumrular tekkesiydi. Mahkeme koridorları kumruların guguklarıyla
köylülerin dertleriyle uğuldardı. Keçisini yitirmiş Fadime Ana, Sudi’nin kapısına dikilmiş “Kadanı alayım avukat bey” diyordu “Hakim beye söyle keçimi bulsunlar”.
Ertesi gün Sudi’nin karikatür defterini gördüm. Sütlü keçi her zaman yolunu şaşıran Fadime Anayı mahkeme koridorlarında arıyordu.
Nevit ses ustasıydı. Sabah erken uyanır rüzgara nasıl eseceğini anlatır falsosuz üflemesini öğretirdi. “Bak rüzgar efendi” derdi “Gençlerin sana ihtiyacı var. Bahar seninle başlıyor. Arılar zamanlarını sana göre ayarlıyor.. Çiçek yaprakları birbirine değince çıkan ses arılara aşk saatinin geldiğini söyler. Kelebekler otların nasıl hışırdadığına kulak verir. Gelinciklerin arasında erkekler dişiler birbirlerini aramağa çıkar. Arıların kurbağaların kelebeklerin seslerini topluyorum”.
Bir erken sabahtı Nevit kıyıların sesini, kumların, çakıl taşlarının hışırtısını kucaklamış denizi saz gibi çalıyordu.. Kuşlar bulutlar dansediyordu mavilerin içinde.
Celal Çumralı aşık ozandı. Yüzüne gömülmüş gözleri. Derin iki kuyu… Bir gün bana “Kilisenin önünde kekremsi Türkçe konuşan bir kız buldum” demişti. “Elma çiçek kokusu gülüyordu gülünce. Gül fidanı ince beli. Yüzü nar çiçeğinin gölgesi. Eteği rüzgarda bacaklarını sarmış gül yaprağı. Uçtu uçacak. Sabırla rüzgarı bekliyorum. Yaprakları savurduğu gün başımı öte yöne çevireceğim.
Akşam üstleri ev dönüşü alaca karanlık hava, kekremsi Türkçe konuşan kızın nar çiçek gölgeli yüzünü andırır. Kapısının önünden geçerken yorgunluğumu unutuyorum. Yargıçlığı bırakıp şair oluyorum.. Bir gün sokakta görürsem, adını soracağım. Sonra hemen unutacağım.”
“Hangi mahallede gördün” dedim. Muzip bir gülüşle “Petunia yaprağının kokusunda buldum” dedi..
Mevsimler arası bir gündü. Osmanla denize karşı bir masada oturmuş notlarımın içinde bulduğum bir şiiri düzeltiyordum. Ay sonuydu. On gündür ayin otuzu olmuş bir turlu ay başı gelmiyordu. Kömürü bitmiş lokomotiftik hepimiz. Garda parasız çakılı kalmıştık. Az sonra Haşmet gelecek Osman’ın ceplerini karıştıracaktı. Gizlediği on lirayı bulacak. Hep beraber yemeğe gidecektik. Osman yüzünde gülümseme Haşmet’in gelmesini bekliyordu.
Hepimiz gençtik. Bekir Uluğ’un şişesini kokluyor Petunua kokusunda kız arıyorduk. Aşık olmaktan başka bildiği bir iş yoktu kimsenin.. O yıllarda Mersin’de yaşamak. Yağmurda ıslanan ağaca benzerdi. Sırılsıklam aşık olmak, kaçmadığımız bir olaydı. Aysel’in Suna’nın Nurten’in güzelliğine kim karşı koyabilirdi?
Biraz daha var olduk her sabah güneş doğunca.
Biraz daha var oldu ağaçlar dallarına kuşlar konunca.
2004 yazı Mersin’deyim. Şiirin renklerin içinde miyim diye bakıyorum. Parklardan renk koku çaldığımız yılları arıyorum. Aradan elli yılın geçtiğine inanmak güç.
1954 yağmurları yağmıyordu artık. Geçtiğimiz sokaklarda. Pencerelerde bildiğim yüzleri aradım. Petunia saksıları boştu.
1956 denizini aradım. Nereye gittiğini bilen yoktu. Elimle boyadığım denizi alıp götürmüşlerdi. Belediye memurları çöplüğe atmış olmalı. Ellerimde hala o günün mavi lekesi duruyordu.
Nuri Abaç Ankara’dan haber salmıştı.. “Boşuna arama” diyordu. “Renklerden sarhoş kimse kalmadı. Nevin’in saçını dağıtacak rüzgarı bulamıyacaksın. Renkler kokular göçtü” dedi.
Ne aradığımı bilsem bulurdum herhalde. Gökyüzü açılmış mavi şemsiye ben kuş. Mersin’i güneş ışınlarında deniz kıyısında bulmak için uçuyorum. Önümde yokluktan büyük bir yokluk.
Elimi sürünce. Nane yaprağını bulacakmışım gibi ellerime bakıyorum.
Yok bir şeyi bulmak aradığımı bulmaktan daha kolaydı.
Kumları teker kaldırıyor altlarına bakıyorum. Kayaların üstünde iki çakıl taşı gördüm.. Gözüm ısırıyordu. Daha önce bir yerde görmüştüm. Taslara dokundum.
Biri Mari’nin yüzü. Ak. Yumuşak.
Bakınca şaşırmıyacaktım yolumu. Bir yere varacaktım. Mari’nin yüzüne dokununca.
Dimitra’nın göğüsleri idi iki çakıl taşi. Sıcaktı. Ufaktı.
Ellerim içinde eski iki dostumu tutuyordum sanki.
Çocukluğumda paskalyada boyadığım martı yumurtasıydı. Daha sonra martı yumurtalarından daha güzel şeye döneceklerini nereden bilecektim.
Yıllar önce sevdiğim bir kızın elleriydi şeftali çiçekleri.. Soyulmuş şeftali koktu dilim.
1960 yılı denize yakındı.. Eren’in apartmanı denizden pek uzak değildi.
Çakılları salladım içleri yarı yarıya deniz.
Kollarından bacaklarından damlıyordu denizden getirdiği..
Yarın ıslandığını görmek bugüne kalmış demek.
“Kurunmak ister misin?” dedim.
Havlu verdim elli yıl sonra..
Bekir Uluğ’un iskir’ini, Celal Çumralı’nın petunia kokan kızını bulmam gerek.
Parklarda petunia çiçeklerinin önünde duruyor biri bana Çumralı’yı sorar mi diye bakıyorum.
Beyaz elbise giymiş. Düğüne gelmişti. Elinde bir tutam çiçek. Beş yaşındaydı.
Kulübün terasındaydı tüm Mersin. Yaşlısı genci. Nuri’nin çaldığı renkleri, Hasmet’in parklardan topladığı boyaları buldum terasta. Celal Çumralı’nın şiirden yarattığı kız aralarındaydı. Kodallı’nın eline alıp çaldığı saz deniz yakındı.
Gündüz Artan Mersin şairlerini toplamıştı etrafına.. Tarsuslu gazeteci Ahmet Caner’i, Mersinli Aysel Payaslı’yı bulup getirmişti.
Gündüz elinde kürek 1956 yılının çiçeklerini ağaçlarını 2004 yılına taşıyordu.
Nuri’nin çaldığı renkler Ahmet Yeşil’in, Doğan Akca’nın gözlerine trahom gibi bulaşmış. Renkten başka bir şey görmüyordu iki sanatçı.
Gencay elinde fırça bütün kenti boyamıştı.
Petunia kokusuna gizlenmiş genç kadın Celal Soycanın şiirlerinden başını kaldırdı. Bizimle gülüyor bizimle içiyordu.
Hafize Okan Şiiri şairi Ağacı çiçeği Mersin’e dağıtmış gülümsüyordu. Çumralı’nın Petunia kokularını, Abaç’ın renklerini teker teker mayıs sesiyle ağaçlara yapraklara ekliyordu.
Yan masada Ferruh Yardım, Semihi Vural, Mehmetali Sulutaş, Mersin’i taze marul gibi yolmuş tuz biber eklemiş yeni bir tat veriyorlardı.
Celal Çumralı Haşmet Akal sessiz oturuyordu köşede. Çumralı’ya “meraklanma” dedim. “Bekir Uluğ’un şişesini gençlere” bıraktım. Dün sokakta senin petunia kokan kızla yürüyordum. Caddenin kıyısında ekili petunialar bizi görünce koku vermeyi durdurdular. Hala senin yarattığın gün kadar güzel. Haberin olsun.
İlyas Halil
31 Ağustos 2004
No comments